Kitapların sunumu da oldukça başarılı. Kapak tasarımlarının ve masallara eşlik eden çizimlerin son derece titizlikle çalışıldığı belli. Öyle şaşalı, pahalı görünümlü değiller. Tam Enver Gökçe'ye yakışır cinsten, masalların içeriğini yansıtan ağırbaşlı, sevecen ve oldukça da içten grafikler. Yazı puntoları ve sayfa düzenleri de 7'den 70'e her gözün yorulmadan okuyacağı şekilde seçilmiş. Kitapların hacmi de öyle. Eh, bazı kusurları da yok değil. Galiba 35 yıl sonra biraz “aceleye” gelmiş kitapların
basımı. Çünkü yazın düzeltmelerine hak ettiği zaman ayrılmamış. Pek fazla olmasa da satır aralarında gözü rahatsız eden dizgi yanlışları, cümle düşüklükleri dikkat eden göze batıyor. Kuşkusuz bu hataların büyükçe bir bölümü Enver Gökçe'nin kendisinden, o karınca yazısını andıran, okunması oldukça zor el yazısından kaynaklanıyor besbelli. Altmış, yetmiş yıl öncesinin yazın kurallarında pek fazla önemsenmeyen sözcük hatalarına, cümle kaymalarına, noktalama alışkanlıklarına Aziz Nesin'in, Orhan Kemal'in eski basım yapıtlarında da sıkça raslanır. Ama elbette bu bahane değil. Masallar bugüne hitap edecekse ona göre dikkatli bir dil çalışmasından geçmesi gerekir. Dedik ya: Eh! Bu kadarı “kadı kızı”nda da olur artık. Masalların tadına gölge düşürmedikten sonra bunlar düzelmez şeyler değil.
Dönelim Enver Gökçe'nin masal sevdasına: Belki bir kısa alıntı daha açıklayıcı olur. Enver Gökçe'nin mücadele arkadaşı İhsan Hasırcı'nın oğlu Mehmet, Enver Gökçe İstanbul'da ekmek ve barınak aradığı yıllarda henüz çok küçük bir çocuk. Evlerinde misafir ettikleri bu sevimli dedenin etrafında fır dönüyor: “Babamların ona yazılarını rahatça yazabilsin diye aralarında para denkleştirip satın aldıkları o kocaman Remington daktilo makinasını hiç unutmam. Şeritlerini hep ben değiştirirdim. Kendisi beceremezdi. Ya da mahsus, bana oyun olsun diye benden yardım isterdi... Bazen tuşları takılırdı daktilonun; yine, koş Mehmet şu harfleri düzelt. Bazen öyle sık şerit değiştirmem, birbirine karışan harf kurşunlarını düzeltmem gerekirdi ki, ellerim simsiyah olurdu. Akşam evde annemden azar işitirdim. Buna karşılık armağanım, daktilodan çıkan yazıları ilk okuyan kişi olmaktı. Merakla beklerdim ne gelecek diye. Tabii pek anlamıyordum ama, herhalde o tıkır tıkır yazılan kağıtların sonuna gelinip de makinadan çıkartılışı beni heyecanlandırıyordu. Bir ara, “Ben berceste mısraı buldum”, dizesi ilgimi çekmiş, günlerce başının etini yemişim, neyi buldun neyi buldun diyerek. Kimbilir ne sanmıştım, berceste mısraı. Benimle epey eğlenmişti. Tabii, çevresinde bütün gün merakla dönüp duran 10, 11 yaşlarında bir çocuk onun için neşe kaynağıydı…” 3)
Enver Gökçe'nin çocuklarla, gençlerle kurmayı başardığı iletişime bir başka örnek de, Remzi İnanç'ın anlattıkları arasında geçiyor. Ankara'daki son yıllarında sık sık İnanç'ın Zafer Çarşısı'ndaki Toplum Kitabevi'ne uğrar Enver Gökçe. Sessizce bir kenarda oturup yeni kitapları, dergileri inceler. Kitabevine uğrayan gençlerin kendisini tanıyıp onunla konuşmaları onu son derece mutlu eder: “Kendini iyi hissettiği zamanlar, Zafer Çarşısı'ndaki küçük yere gelirdi, otururdu bir taburenin üzerinde. Dergilere bakardı. Gazetelere kitaplara bakardı. Gelen gidenlere tanıştırınca, o duymazdı ama, ben, ağabey işte filanca genç bir şair deyince nasıl ilgilenir, babası yaşında, babasından büyük olduğu halde, o kişilerin önünde kalkar, hoşgeldiniz der, el sıkar, onları tanımaya çalışırdı. Şiirlerini verirse onları okurdu…” 4)
Enver Gökçe, yalnızca derlediği Anadolu masallarından esinlenip kendisi masal yazmakla kalmadı, 1959, 1970 yılları arasında çeşitli yayınevleri için yabancı dilden masal çevirileri de yaptı. Bunların da çok az bir bölümü elimizde ne yazık ki. Kendi yaşamını bize anlatırken: “...İstanbul'da, yeni bir çocuk yayınları yapan bir yayınevi vardı. Bu yayınevinin, Dünya Masal ve Efsaneleri adlı bir seri kitabı, yani bunların arasında Çin, Hint, Eski Mısır, Antil gibi dünya uluslarının masal ve efsanelerini bir araya getiren bir koleksiyonunu ki, sekiz kitap tutuyor hepsi, çevirdim ve kitabevine verdim. Kitaplar basılmak üzere teslim edilmişti. Bundan sonra artık İstanbul'a veda ederek kendi köyüme yerleştim...” 5), demişti. Çevirip teslim ettiği masal kitaplarının akıbetiniyse hiçbir zaman öğrenemedi. Bunların arasından yalnızca bir tanesi, Enver Gökçe'nin, “Mustafa Gökçe” adını kullanarak çevirdiği, Mısır Masalları elimizde 6). Yani çevirilerin basılmış olduğu fakat Enver Gökçe'nin bundan haberi olmadığı anlaşılıyor. O günlerin pek sık rastlanan bir yayınevi oyunu; yazanın ya da çevirenin emeğini bedavaya getirmek.
Şairin 1968 yılında, Aydın Tataroğlu takma adıyla Türkmence aslından derleyip çevirdiği, Dede Korkut Masalları 7) ve ölümünden yıllar sonra yeniden basılan, Beydeba çevirisi, Kelile ve Dimne 8) dışında da henüz gün yüzüne çıkmış başka masal çevirisi bilinmiyor.
Enver Gökçe'nin elimizde kalan kendi, 25 masalına gelince: Kitapların alt başlığı, Büyüklere-Küçüklere Masallar. Bu küçük kısa düzyazı parçalarını okurken yediden yetmişe farklı yaşam dönemlerinin heyecanını duymamak elde değil. Enver Gökçe her bir kuşağa ayrı seslenen tarzını tek tek metinlere öylesine ustalıkla harmanlamış ki, hangi yaşta olursa olsun okurun bu metinlerde kendisine de bir yer açması kaçınılmaz oluyor. Belki de yaşlandıkça kişinin gerideki birikimine atıfta bulunan küçük, kısa anımsatmalara daha bir sıcak bakmasındandır, kim bilir?
Masal falan deyip hafife almayın. Enver Gökçe bu, ekonomi-politik derslerini de, eh, masal kaldırırsa elbette araya sıkıştırıverir: “...Şimdi ben bu öküzü satarım, parasına bir kuzu alırım, kuzu büyür koyun olur, koyunun altını içerim, üstünü biçerim, yani sütünü yer, yününü alırım...” 9) Ya da: “...O vakit(ler) beş kuruşa iki kilo şeker bir kilo yağ, bir tavuk, iki ekmek satın alınır, yirmi parası da harçlık artarmış...”, ve hatta: “...iki baldırı çıplak. Bir ipliklerini çeksen kırk yamaları dökülür...” 10) Peki ya buna ne demeli? Masal bu ya, öküz yolda karşılaştığı eşeğe, “Nereye?” diye sorar. Buyrun eşeği cevabını: “...Neresi de var mı, otlamaya giderim işte, n'olacak?..” 11)
Elbette masalın asıl cazibesi o tadına doyulmaz girişlerinde, araya sıkışan tekerlemelerindedir. İster yedisinde bir çocuk olun, isterse yetmişinde bir dede, bu tekerlemeleri okurken heyecanlanmamanız mümkün değildir. Hele de bir şairin usta kaleminden dökülmüşlerse: “Masal martlar, fare atlar, kurbağa yumurtlar iken, babam düştü beşikten, ben topladım eşikten, anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, dört döndürdüler bana dört köşeyi. 'Dinle' dediler. Meğer evvel zamanda, az iken uz iken, anam evde kız iken, deve gözü koz iken bir padişah varmış, ne bileyim.” 12)